KREMATORYUM

10 Kasım 2009 Salı

YİNE

Yine bir güz mevsiminde

Hüzün sırtlanmış

Yürüyorum

Sevmeyi bir türlü beceremediğim

Nefretimse gizlenmek bilmez şehrimin

Bitiveren sokaklarında

Yürüdüğüm sokaklarda

İnsanlar gamsız

Her birinin bakışları

Konuşmaları anlamsız

Yürüyorlar oradan oraya

Selamsız

Sabahsız

Uyanıyorum yine

Lanet ederek her günüme

Ve hazırlanıyorum istemsiz

Varmak istemediğim yere

Varmak mecburiyetiyle

Vardığımda göreceklerimi bilerek

Ve elden bir şey gelmeyişinin nefretiyle

Geldim

Aynı insanlar

Gördüm

Aynı anlamsızlıklar

Güldüm

Ne benle gülen

Ne de halimi anlayan var

Gittim

Yarına yine aynı sancılar

1 Ekim 2009 Perşembe

BU ŞEHİR ARKANDAN GELECEKTİR

Hayalleri erteleme ülkesinin ertelenmiş bir şehri burası…

Devrin para babalarının sadece zevk-ü sefasına ev sahipliği yapmış ve sonrasında da tüm çıplaklığı, büyüklüğüyle ters orantılı medeniyeti ve yoksunluklarıyla ortada kalmış bir yerde, terk etmek fikrinden uzak kalmaya çalışarak akil bir şekilde hayatta kalmayı sürdürmek…

Pek çoğumuz rastlamışızdır bir başka şehirden biriyle tanışma sırasında nereli olduğumuzu söylediğimizde karşılaşılan tepkiye. Ne yazık ki ortam, aslına uygun olmayan kötü görüntülerin ve bize ait olmayan yaftaların ortadan kaldırılmasına destek olmaktan çok yapıştırılan her olumsuzluğun üzerimize daha da çok yakışmasına yataklık etmeye devam ediyor.

Büyüklüğü ve şehirleşmeye başlama zamanı bizden her koşulda daha da geride olan şehirlerin bugün nasıl da serpildiklerine, yönlerini tayin edip ne şekilde ilerleyeceklerini ellerinden geldiğince belirlediklerine ve bir adım ötesinde nasıl da kent olabildiklerine tanık oluyoruz.

Sözcüklerin çok karamsar göründüklerinin farkındayım ama ne yazık ki,

İki milyonun eteklerine varmış nüfusuyla – hala biri belediye meclis toplantılarına, parti kongrelerine vs ev sahipliği yapma vasfından bir türlü kurtulamamış – toplamda iki adet kapalı ve büyük sayılabilecek tiyatro salonuna sahip bir “kent” ve bu gidişata sesini gerektiği yerde bir türlü çıkaramamış bir “kentli”den;

Bir şehri yönetmenin sadece ortasında kocaman havuzlar ve fıskiyeli toplar bulunan büyük kavşaklar yapmak ve olur olmadık yerlere ışıklandırmadan yoksun insanların dinlenme alanları olmaktan uzak parklar döşemek olduğunun düşünen bir zihniyetin yıllardır koltuğuna perçinlendiği ve ne yazık ki artık herhangi bir şeyin işe yarayabileceğinden umudumu yitirdiğim bir “kent” ve zalimlikleri görüp müdahale edememek konusunda dönemlerdir üstün başarısını korumuş kendi seçim mazlumu bir “kentli”den;

Bir zamanlar şehrin dışında olarak tasarlanmış ve büyüme sonucunda tam olarak şehrin merkezinde kalmış olan stadı yıkarak yerine bir kenti kent yapan en büyük simgelerden olan bir meydan yaratamamış bir “kent” ve önem kavramını yitireli kaç dönem olmuş sayamadığım bir “kentli”den söz ediyorum.

Etkinin tepkiyi muhakkak yarattığı gerçeğinden yola çıkarak, kentli olmak düşüncesinin öncelikle nereden başladığının bir önemi olmadığı kanısındayım. Çünkü her nereden başlanırsa başlasın – ya yerel yönetimler akraba zengin etme kurumları olmaktan vazgeçip bu kentin asıl sahiplerine hak ettikleri değeri vermeyle işe başlasın, ya da kent sakinleri seçim öncesi her şeyden şikayet edip sandıkta saçmalamayı bırakarak hak ettiklerini alabilecekleri gerçek aracıları seçmeye karar versinler fark etmez – sonuçta kazanan taraf kent ve kentli olacaktır.

Ve artık istiyorum ki uyanmak ne kadar can yakarsa yaksın, kabukları kırmak ne kadar kanatırsa kanatsın ve bir yerlere varmak süresi isterse alabildiğine belirsiz olsun; düşünmek, uygulamak, seçmek ve seçileni denetlemek bizim elimizde.

Sen Adana’sın, büyük küçük fark etmez yeter ki bir şey düşün!

25 Temmuz 2009 Cumartesi

ARSUZ YENİDEN

Uzun zaman geçer aradan
Ve görünür yine Arsuz yolları
Yaşanmışlıklar birikmiş
Hasret yılları aşmış
Ve dağların ardından doğan güneşle
Pervasızca aşk dolan Arsuz
Kollarını açmış beklemekte

Dibe vurulacakmış bu kez
Dibe vurulacakmış ki
Hızla tabanı tekmeleyerek
Bir sıçramayla yüzeye çıkılabilsin
Varsın devrilen şarap şişeleri olsun
Söylediklerimiz sarhoş türküleri

25 Haziran 2009 Perşembe

AN GELİR... İRAN'DA SEÇİM OLUR...

Genel oy ilkesi; servet, vergi, öğrenim durumu, ırk ve cinsiyet ayrımı olmadan, belli bir yaşa ulaşmış herkesin oy hakkına sahip olması, diye tarif edilir. Ve bu aşamaya gelinmesi hiç de kolay olmamıştır.

Yalnızca mülk sahibi erkeklerin oy kullanabildiği seçimlerden, gelinen son aşamaya, yani kadınların seçimlere katılmalarına kadar olan süreci İngiltere 1928, Türkiye 1934, Fransa 1944, İsviçre ise 1971’de tamamlamıştır. Kadınların da seçimlere katılmalarından sonra süreç durmamış, yeni yasa ve uygulamalarla ilerleme sağlanmıştır. Ancak genel olarak, belirtilen yıllarda genel oy ilkesi ülkelerde geçerli olmaya başlamıştır. Genel oy ilkesinin temel olarak, ayrımsız seçme - seçilme hakkı olduğunu belirtmek gerekir. Ancak günümüzde bu ilke yan öğelerle beslenmiş ve tek başına bu tanımıyla anılmaz hale gelmiştir.

Genel oy ilkesinin ardından alınan en büyük yol, şüphesiz seçim sonrasında yaşananların çözüme kavuşturulabilir kılınmasıdır. Yani bir seçmen ya da aday seçim sonucunda olası bir usulsüzlük ve şüphe sonucunda yargı yoluna gidebilir ve söz konusu iddia sonuca ulaşıncaya kadar farklı kademelerde hakkını arayabilir.

İster seçen, ister seçilen olsun herkes kullanılan bir oyun değerine inanır. Seçmenler seçme özgürlüğünü kullanmanın ve sistemin işleyişinde ya da değiştirilmesinde katkı sağlamanın verdiği aidiyet duygusuyla; adaylar ise bir kitleye hitap etmenin sonucunu almak isteğiyle seçimin tamamlanmasını beklerler. Genel oy ilkesinin ve ardılı demokrasi ilkelerinin geçerli olduğu toplumlarda sonucun usule uygun olması durumunda her kesim siyasi yaşamına kaldığı yerden devam eder. Usulün çiğnendiği durumlardaysa herkes bilir ki bu sorunun aşılabileceği kademeler vardır. Bir kişi şikayetini tarafsız, bağımsız kademelere iletebilir ve burada usulsüzlük ispatlanırsa işlem seçimin yenilenmesine kadar gidebilir.

Peki, ya genel oy ilkesi ve demokrasi düzgün işlemiyorsa?

Burası da Türkiye üstelik, yerelinden geneline, erkenine kadar seçimler diyarı…

Her seçimde bitmek bilmeyen tartışmalar, kayıp oylar, karıştırılan ve içinden oy pusulaları çıkan çöp kutuları ve ‘Sayın’la söze başlayıp, nasıl tamamlayacağını bilmeden, giderek çirkinleşen adaylar…

Seçim dönemleri dışında yaşadığımız her anına şükrettiğimiz, seçim zamanı ise her saniyemizi kahrederek geçirdiğimiz memleketin içindeyken nelere sahip olduğumuzu görmekte zorlanıyormuşuz, bunu komşulara bakınca anlıyor insan.

Amacım örnek alınası, ya da kötünün haliyle avunup eldekine tapınılası bir durumdan bahsetmek değil elbette, ama birazcık da çevremizdeki beterlere göz atmakta bir sakınca yoktur sanırım. Çünkü etraf kötünün iyilerinden geçtim, beterin beterleriyle dolu.

Mekan: İran

Yönetmen: Ahmedinejad ve yandaşlarına göre tamamen şeytan (!) ABD destekli ajanlar, bana göreyse tam olarak Ahmedinejad.

Oyuncular: Muhalif Lider Musavi, Muhafazakar Lider Ahmedinejad, iki tarafın yandaşları ve can alıcı performanslarıyla sistemin molla ve vaizleri.

Sözlerine inanır ya da inanmazsınız, seçimler adil olsa bile seçilir ya da seçilmez, ama her ne olursa olsun bir oy bile alsa Musavi’nin varlığı muhalefetin varlığı için değerlidir ve adil bir şekilde seçimlere girme ve sonuçlarını görme hakkı vardır.

Çöplerde bir iki oy pusulası bulunduğunda, bir hafta sonra bir şey hatırlamayacak olsa da, ortalığı birbirine katar milletim. Düşünün ki İran’da kayıp oyların sayısı milyonlarla anılıyor. Ve seçimlerin kıyıma dönüşmeye başladığını gören hiçbir “seçilmiş” duruma müdahale etmiyor. Aksine bunun üzerinden siyasetini devam ettirip, bir sonraki seçime yatırım yapıyor. Ortalığı sakinleştirmek de muhafazakar ve iktidarın hali hazırdaki sahibi olduğu için koşulsuz haklı olduğuna inanan, ya da gücün inanıyormuş gibi yapmaya zorladığı ve ağzından çıkacak her söz emir niteliğinde değerlendirilen mollalara ve din adamlarına kalıyor.

“Seçimler adildir, hiçbir usulsüzlük olmamıştır ve dünya İslami Demokrasi’nin zaferine tanık olmuştur” martavalları kimseyi inandırmıyor ve oy kullanan insanlar kendilerini aldatılmış hissediyorlar.

Muhalefetin var olmasının verdiği bir coşku, tarihe geçecek bir seçim katılımı – bu elbette ki insanların değiştirebileceklerine inanmaya başlamalarından ve denemek istemelerinden ileri geliyor – demokrasi hezimetiyle sonuçlanan bir seçim, beter bir seçim sonucu teyidi ve değiştirebileceğine inananların dökülen kanları... İşte takdire şayan İran demokrasisi!

İtiraz hakkı?

Elbette var. Mollalardan oluşmuş cafcaflı isimleri olan kurullar ve en baştan sonucunun ne olacağı belli olan kararlar.

Bu kararı neye dayanarak verdiler?

Bilmiyoruz. İran halkı da bilmiyor.

Örneklemler neye göre seçildi, daha geniş bir ölçek kullanılsa daha sağlıklı bir sonuç çıkmaz mıydı?

Elbette çıkardı ama o zaman insanları uyutmak biraz daha güçleşirdi.

Peki bu karara da itiraz edebileceğimiz bir yer yok mu?

Bildiğim kadarıyla yok, olsa bile bunun sonuca, demokrasiye, hatta ileri demokrasiden geçtim, en temel insan haklarına bile bir faydası yok.

Övünülesi bir sisteme ve demokrasi anlayışına sahip olmasak da, içinde bulunduğumuz süreçte en kötü durumda olduğumuzu düşünsek de, zaman zaman sahtekarlığın, yolsuzluğun, siyasi lincin sadece bizde olduğu fikrine kapılsak da daha kötüsü olduğunu bilmek ve birebir tanık olmak -belki kulağa kötü geliyor ama- insanı bir parça da olsa rahatlatıyor. Ve bu manzara bize; nelerden uzak durmamız gerektiğini, bir adım sonrasında neye dönüşebileceğimizi, dolayısıyla yönümüzü nereye döneceğimizi gösteriyor.

26 Mayıs 2009 Salı

YAZILI YOKLAMA

Her sevilen gitmeli mi

 

Yalnızlık

Her sevenin boynunun borcu mu

İki kişi arasındaki uyum

Bu kadar mı rahatsızlık verici

Çekemezliğin sonunu görebileceğimiz

Sorunsuz günler gelecek mi

 

Yalnızlık paylaşılsa

Yalnızlık olmaz madem

Paylaşmak için daha çok mu

Ne kadar çok bekleyeceğiz

 

Yeni insanlar

Yeni karşılaşmalar

Yeni yaşamlar

Kısaca yenilikler

Hayatımızı daha anlamlı kılabilir mi

 

Sorgulanacak yaşamlar

Bu dipsiz kuyunun neresinde diye

Azıcık da olsa düşünüp

Çözüm arayacak olsak

Kim ne diyebilir

Bazı insanlık gerisi yaratıklar konuşsa da

Bu bizi ne derece etkiler

 

Dünyayı güzelliğin kurtaracağına inanmak

Her şeyin  bir insanı sevmekle başlayacağını

Bilmemize yeterli değil mi

Beklentilerimizi bir kenara bırakıp

Yalnızca sevdiğimiz için bir şeyleri

Yapaya devam etmek imkansız mı

Herkesi her şeyi boş verip

Yalnızca

Kendini kaptırmak

Kulağa yeterince hoş gelmiyor mu

 

Etrafımıza sinirleniyoruz bazen bu doğru

Ama hiç sordun mu karşındakine

Siniri neden

Peki ya sen

Ey sinirlenen

Anlatmaya çalıştın mı gerçekleri

İçinden asıl geçenleri

İnsanların seni doğru bilmesini

Gerçekten istedin mi

İzin verdin mi insanlara

Davet ettin mi içine herkesi

Bu soruları sürekli duyuyorsak

Üzerimize düşeni yapmadığımızdan

İlk adımı hep karşıdan beklediğimizdendir

 

Ve bu sorulardan sıkıldıysak

Çözüm ellerimizdeyken

Mutluluğun resmini

Hep başkalarının çizmesini istemenin

Ve hep bakıp da

“Ben daha iyisini yapardım” diyip

Taşın altındaki başkalarının ellerini izlemenin

Bir anlamı var mıdır

 

Durmak

Ve bilerek yitmek yitirmek

Sizce insanca mıdır

9 Mayıs 2009 Cumartesi

NEPOTİZM ÜZERİNE!

Akrabaları, yakın arkadaşları ya da kendi gibi olanları kayırma… Kısaca nepotizm…

İlk başta kulağa çok zararsız, masummuş gibi geliyor değil mi? Elbette insan kendi gibi olanları kendine yakın gördüklerini kayıracaktır diye geçiririz içimizden. Peki ya bu durum şuursuzlaşıyorsa… Yandaş olmak, kabul edilme kriterlerinden sadece biri iken gözetilen tek nokta haline geliyorsa… İşte o zaman burası, köşeyi dönenlerin ve dönerken de etrafındakileri nemalandıranların cennetten bir köşe yurdu olmaya başlıyor.

Bu lanet nepotizm; siyasi ve sosyal yaşamda ve ne yazık ki çalışma ortamında da geçerliliğini koruyor.

Herhangi bir mahallenin sakinisiz diyelim; sineksiz bir alanda yaşamak istiyorsanız muhtarın en az bir yakınının apartmanınızda ikamet etmesi gerekiyor. Aksi takdirde apartmanınızın önünden ilaçlama araçlarının geçtiğini görmeniz mümkün olmuyor. Kaşıntılarınız muhtarın ya da sineklerin umurunda mı sanki? İyi ki varsın nepotizm!

Müteahhitsiniz diyelim; bu sıralar belediyelerden iş kapabilmeniz için diğer tüm meslek dallarında olduğu gibi müteahhitlikte de nepotizm bilinci yerinde biri olmalısınız. Gericiyseniz bir; gerici ve zenginseniz iki; gerici, zengin ve geniş çevreliyseniz üç yıl boyunca tüm belediye ihalelerini cepte bilebilirsiniz. Hele bir de başkanın hemşerisi çıktıysanız, değmeyin iki tarafın da keyfine... Olmadık yerlerden imar izinleri almanın, şehri kendi arazileri yönünde ilerletmenin kısacası olmayacak olanı oldurmanın bir yolu elbet bulunur değil mi? İyi ki varsın nepotizm!

Öğrencisiniz diyelim; sürüyle farklı görüşün olduğu bir yer… Ve ne yazık ki her görüşün savunucusunun hoca olduğu bir yer… Hocayla farklı düşünüyorsanız, derslerden sorunsuzca geçmeyi unutmanız gerekiyor. Durumu kotarabilmek için ya yaltaklanmanız ya “Değiştim” yalanlarına sığınmanız ya da paşalar gibi yaz okulunda farklı bir hocadan dersi alıp yolunuza kaldığınız yerden devam etmeye çalışmanız gerekiyor. Çünkü siz hocanın katıldığı belli toplantılarda boy göstermiyor, aynı derneklere gitmiyor, aynı partiye oy vermiyor daha kötüsü taban tabana zıt bir partiye oy veriyorsunuz. Bu durumda burnunuzun sürtünmesi için derslerden daha iyi bir yol var mı? İyi ki varsın nepotizm!

Konservatuarı bitirdiniz ve artık bir ses sanatçısısınız diyelim; uzun uzun anlatmama gerek yok sanırım, özel televizyonların 300 – 400 kişiyle en çok izlenen yayınların altından kalkmalarına inat binlerce çalışanı olan TRT’nin yolu size nasıl açılır? İyi ki varsın nepotizm!

Ve son olarak durumu genele yaymak gerekirse herhangi bir işte, herhangi bir görevde çalışıyorsunuz ve işinizi iyi yapıyorsunuz diyelim, işinizi severek ve başarıyla yapıyor olmanız ne yazık ki oturduğunuz koltuğun başkalarına peşkeş çekilmesine engel olamıyor. Bir de bakıyorsunuz ki planlar yapılmış ve çemberin dışında kalıvermişsiniz. Sıkıntısız ve yerinden edilmelerin olmadığı bir ortamda çalışmak yandaşlıktan ve yaltaklanmadan mı geçiyor? İyi ki varsın nepotizm! Daha çok can yakarsın nepotizm!

4 Şubat 2009 Çarşamba

GÖZTEPE İSKELESİ

Ve dönülür elbet

Ne kadar zor olsa da

Bavullar hazırlanır

Bir saat öncesinden

Havaalanında yerler alınır

Ve beklenir

Ayrılmak istemediğin yerden başlayıp

Varmak istemediğin yerde sonlanan

Anlamsız yolculuğun başlaması

 

Bu kez olmayacak demiştim

İlk geldiğimde

Bu kez buradan dönüş olmayacak

Ne yapıp edip kalacaktım

Bir yıl önce yaptığım aptallığı

Bu sefer tekrarlamayacaktım

Kalacak

Ve kalarak

Mücadeleme anlam katacaktım

Nasıl olsa geldiğim yerde de çırpınmıyor muydum

Bir şeylere yetişebilmek için

Fedakarlıkları sıralamıyor muydum sanki

Dostlarımı görebilmek için

Burada da yapardım

Hatta daha severek

Daha içten

Ve yorulmamacasına

Ama olmadı

Yine dönüş yolu göründü

Bir önceki gibi

Yollara küfredildi

Geride bırakılanlara

Yol boyunca ağlandı

Ve varıldığındaysa

Bir daha dönülmeyecek gibi görünen yer

Daha da kötüleşerek tam karşıdaydı

 

Bir daha ne zaman uzaklaşılır bilmem

Sevgiliye ne zaman varılır

Ya da varılır mı bilmem

Kardeşimi görür müyüm

Ya da bekler mi beni bilmem

Ve bir kez daha gittiğimde

Yine bağlanır kalır mıyım

Ve bu sefer döner miyim bilmem